13 Haziran (Kavala)
Sabahın 5:30’unda alarm bile çalmadan kalkıp, dolabın üzerinde hazırladığım kıyafetlerimi giydim. Berrak da benimle beraber kalktı, uykulu bir şekilde, kahvaltı edip etmeyeceğimi sordu. Yok dedim, yolda ederim. Bir elimde kaskım, otoparka indik. Bitirdiğimde acaba kaç gösterecek diyerek kilometre sayacını sıfırladım. Dönene kadar sadece yağmurla yıkanacak olan #stardust’a bir önceki gece yüklediğimiz eşyaları kontrol ettim ve trafiği yavaştan başlamış, ateş gibi sıcak İstanbul’dan yola çıktım.
Ancak Yunanistan’a girmeden önce çözmem gereken bir konu vardı. Motorum şirketimin üzerine. Şirketin de tek sahibi benim. Buralarda konuştuğum herkes kendime vekalet vermem gerektiğini söylemişti. Kafama yatmadığından mıdır, yoksa yol hazırlığının heyecanından mı, ben bu vekaleti vermeyi tamamen unutmuştum. Tekirdağ’da şehre girdim, birkaç noter gezdim ama hiç biri böyle bir vekaleti nasıl vereceğini bilemedi. Sonra birinde noter hanım beni düpedüz azarladı, “kendine vekalet vermek de neymiş” diye. İçim biraz huzursuz, sınıra çantamda sadece imza sirküleri ile sürdüm.
Her zamanki gibi sınırda plakamı yanlış söyleyip 15 dk kadar kaybettikten sonra, sadece imza sirkülerinin yeterli olduğunu öğrendim. Pek oyalanmadan Yunanistan’a girdim. Sınır geçişi her seferinde değişik bir deneyim gibi geliyor, bir köprü üzerinde bir çizgiyi geçip başka bir ülkeye giriyor olmak da ne ki?
O akşam için hedefim Kavala’ydı. Biraz zamanım da olduğu için otobandan çıktım ve dağ yollarına saptım. Önce Alexandroupoli’ye (Dedeağaç) girdim, sahil hattını dolandım. Tam da hatırladığım gibi; kalabalık ve sıcak. Yunanistan’ın Selanik’e kadar uzanan kocaman otobanı ne kadar sıkıcı ise, dağ yolları da o kadar güzel. Deniz seviyesinden biraz yükselince, hava da serinledi. Saatlerce dağ yollarında, köylerden geçip, kapıların önünde oturan teyze ve amcalara el sallayarak sürdüm, sürdüm, sürdüm. Önce Komotini’ye, oradan da Xanthi’ye (İskeçe) geçtim. Kavala’ya da aynı dağ yollarından indim. Ufacık köylerin, iç güveysinden hallice asfaltı ve ara ara yağmaya çalışan yağmur da canımı sıkmaya yetmedi.
Daha önce Kavala’ya geldiğimizde bütün kavalayı gören bir kahve bulmuştuk, yine oraya uğrayıp bir kahve içtim. İnternet bulmanın sevinci ile haddinden fazla oyalandım. 1 saat kadar sonra, yorgun bir halde kamp yerine doğru sürdüm.
http://www.batis-sa.gr/en de kaldım, gece için motoru da kamp alanına sokma bedeli dahil olarak 12,5€ ödedim. Batis, bu tarafa yolu düşenlerin bol ziyaret ettiği bir tatil köyü aslında. Ama bizim bildiğimiz tatil köyleri gibi sadece otel değil, içinde büyük bir kamp ve karavan alanı var. Motoru içeri sokma bedeli opsiyonel idi, ama hem eşyaları taşımak istemedim, hem de gözümün önünde dursun istedim kerata. Kamp alanında çadırlar (ve karavanlar) için ağaçlarla bölünmüş alanlar vardı, kuytu bir tanesini denk getirdim, yerleştim. İnternet var diye Batis’i seçmiştim, ancak çadırdan çekmeyince biraz hüsran oldu. Günün kalanını internet olan tek yerde, resepsiyonun yanında, bilgisayarımın pili yettiğince çalışarak geçirdim. Saat 11’i görmeden ölü gibi uyudum. Sonra yan çadırdaki arkadaşlar, gece 1 gibi başlayan yağmur altında rap yapmaya başladılar. Evet, bayağı, bildiğiniz rap. Kalksam mı, hangi dil bu, belki şimdi biter derken uyumuşum yine.
Tüm gece yağmur yağdı, ama Yunanistan’a ne zaman gelsem yağmur yağar zaten…
Günün GPS izi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14051934
14 — 15 Haziran (Ohrid)
Sabah çadırda biraz sıcaklamış halde uyanmak gibisi yok. Hava öyle temiz ki! Hızla toplandım ve kahvaltı bile etmeden yola çıktım. Biraz batıya sürüp, daha önce Selanik’i gördüğüm için es geçerek Makedonya’ya devam ettim. Ohrid’e doğru çıkan yolda da, yine sadece Yunanistan’da otoban kullandım. Yunanistan otobanlarında bizim bildiğimiz dinlenme tesislerinden pek yok. Bir tane Selanik çıkışında, bir tane de Atina’ya doğru inen yolda var. Temiz olduğunu bildiğim Selanik çıkışındaki dinlenme tesisinde durdum. İtalya’ya giderken de burada durmuştum. Öğle yemeği niyetine yarım dilim pizza, bir bardak kahve aldım. Kontak kapattığımda güneşli olan hava birden bozulmaya başlayınca hızla motora atladım. Kuzeye dönerek sınırdan hiç sorun yaşamadan hızlıca geçtim, Makedonya’da ise yine verdim kendimi dağ yollarına.
Kimsenin olmadığı yollarda sürdükçe kulağımdaki müzik, altımdaki makinanın sesi yok oluyor zamanla. Hayatı, kendini düşünmeye başlıyor insan. Biraz korkutucu başta, doğanın karmakarışık kokuları kaskın içine dolarken, tüm hatalarımı düşünecek vaktim oldu. Tüm yol boyunca kendime sormaya ürktüğüm bir yığın soru sordum, cevaplarını bulmaya çalıştım.
Ohrid’in karşı kıyısındaki Struga’ya vardığımda saat 17 civarıydı. Şehri hızla geçip kamp yerine geldim. Şehirlerden uzak durmaya çalışıyorum, öyle bıktırmış ki trafikten bizi İstanbul… Camping Sunrise’da 2 gece kaldım. Gecelik 4€ verdim. Struga’ya yürüyüp biraz gezsem de, göl kıyısında keyif yapmak ve işleri toparlamak daha iyi bir fikir gibi geldi. Mobil ofis olayının suyunu çıkartıp ayaklarım gölde, bilgisayar ve 0.12€’a aldığım kahve elimde çalıştım. Kamp alanı büyük bir evin göl kıyısındaki bahçesi gibi, ortasında sahile çıkan bir yol ve iki yanında çadırlar icin alan vardı. Sağ tarafta ufak bir mutfak ve kafe alanı, solda ise yine ufak bir banyo/tuvalet vardı. Tuvalet icin cok temiz diyemem, ama Türkiye’deki kamp yerlerinden fersah fersah ötede.
Ekonomik bir ülke Makedonya, insanları mutlu, sohbet etmeye çalışıyorlar sizinle.
Kaldığım yerde geçirdiğim 2. gece, siyasi analizci bisikletli bir çift ve emekli bir karavanlı abi ile sohbete oturduk. Karavanlı, vakti-zamanında Göcek’te bir Charter firması işlettiğini anlatınca amcamı tanıdığı ortaya çıktı. Dördümüz saatlerce dünya, politika, geziler, yollar ve hayat üzerine konuştuk. İsimlerini bile bilmediğim, bir daha muhtemelen hiç karşılaşmayacağım gezginler ile konuştuğumuz konuların üzerine düşünürken, biraz serin uyku tulumum içinde uykuya daldım.
Günün GPS izi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14051994
16 Haziran (Kotor)
Bir gün off verince hemen tembelleşiyor insan. Çok oyalanarak yola çıktım ve hiç şehir içlerine girmeden Kotor’a kadar çıkmayı hedefledim. Arnavutluk hakkında şimdiye kadar olumlu konuşan hiç bir insan evladı duymadığım için orada kalmak istemedim. Ama yine de içinden geçecek ve (günümü) görecektim.
Ohrid’den çıkıp yine dağ yollarından Arnavutluk sınırına vardım. Sınırı geçerken bile garip bir ülkeye girdiğinizi hissediyorsunuz. Sınırda benim denk geldiklerim İngilizce bilmiyordu, İstanbul’u biliyorlar ama: en azından söylediklerinden İstanbul kelimesini çıkartabildim. Avrupa’nın göbeğinde olmasına rağmen, son yüzyılın yarısını Enver Hoca’nın izinde kapalı bir maocu ekosistem ile yaşayan halk, cumhuriyetten sonra da kendini pek toparlayamamış gibi. Tiran ve Elbasan’a girmedim, dolayısıyla büyük şehirleri ile ilgili yorum yapamayacağım; ancak bu iki şehir dışındaki kuzey batı hattında bir allahın kulu ingilizce bilmiyor, el kol hareketi ile anlaşmak bile zor. Bir benzinlikte 2 şişe su için cebimdeki en küçük para olan 1€’yu verdiğimde adam son morgage’ını ödemişimcesine baktı yüzüme. Öyle yoksul ve yoksunlar.
Bir başka şaşırtıcı gözlem ise araba yıkama yerlerinin çokluğu. Lavazh tabelasını 5 haneli köyde 3 defa görmek mümkün. Akıl almaz derecede çok Mercedes var. Hepsi oldukça eski. Bilenler bu araçların ülke dışından çalıntı olarak getirilip mafya tarafından satıldığını, böyle ciddi bir ekonomi olduğunu söyledi.
Ancak bu yoksulluğun ve yokluğun içinde doğayı çok da heder edememişler. İnanılmaz güzel bir havası ve doğası var gerçektende.
Arnavutluk’u bitirdiğimde hem çok yorgun, hem de çok sıcaklamıştım. İyi bir offroad sürücüsü değilim, motor çok ağır ve çok yüklü. Yormuştu beni.
Karadağ sınırına geldigimde, tekrardan medeniyete eriştiğimi hissettim. Güler yüzlü ve az da olsa İngilizce konuşan sınır memuruna pasaportumu ve ruhsatı uzattım. Adam pasaporta baktı, ancak ruhsatı açar açmaz kapatıp “no no” geriye verdi. İstemediğini düşünüp aldım, Adam “money” falan demeye başladı. Hay allahım dedim, rüşvet mi istiyor, ulan hani medeniyetti? Ruhsatı açtım ve içinde yola çıkarken gerekir diye çeşitli yerlere dağıttığım nakit paranın bir kısmının durduğunu gördüm. Gülümseyip çıkarttım parayı icinden, özür dileyerek evrakları geri verdim. Adam biraz söylenerek işlemleri yaptı, sınırdan hızlıca geçtim ve Kotor’a doğru sürdüm.
Kotor’a arka dağ yolundan ineyim, hem de şehir içi trafiğinden kaçarım dedim ama yolda heyelan olduğu için geri dönüp şehir trafiğinde terleye terleye Kotor’a girdim. Saat yine 17:00 civarıydı. Limanın içinde durdum ve karnımı doyurdum. Ardından http://www.campnaluka.com da çadırımı kurdum. Yanıma oturacak bir tabure almadığım için yan çantalardan kendime masa ve sandalye yaptım. Top-case’e oturup yan çantaları yanyana koyunca biraz alçak bir çayhane taburesi-masası havası ile oturabiliyorsunuz.
Gece biraz yağmur yağdı ama hava halen oldukça nazik. Gecelik 8€ verdim. Akşamın ciddi bir kısmını çalışarak geçirip uyudum. Kaldığım yerde çadırlar için ayrılan alan bodur mandalina ağaçları altındaydı, daha önce hiç böyle güzel kokular ile uyuduğumu hatırlamıyorum. Çadırda uyumak halini zaten severdim ama iyice normalleşti sanırım. İnsan herşeye ne çabuk alışıyor…
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052071
17 Haziran (Hvar)
Aynı mandalina kokuları ile uyandım. Artık Adriyatik kıyısındaydım ve daha önce İtalya’ya giderken gemiyle geçtiğim hattı yukarıya doğru sürecektim. Hızlıca hazırlanıp yola çıktım.
Sahil hattında biraz ilerledikten sonra içeriye döndüm ve Bosna-Hersek’e girip Mostar’a sürdüm. Sınırda neredeyse hiç kontrol yoktu, göz ucuyla baktı motora, geç dedi. Ayaklarımı yere koymadım bile.
1,5 saat kadar sonra Mostar’a geldim. Şehrin merkezinde biraz kayboldum köprüyü ararken, savaş zamanından kalma her tarafı mermiler ile delik deşik olmuş evlerin arasından geçtim. Mostar’ın teması da biraz bunların üzerine kurulu gibi. Savaş ve köprü.
Mostar güzel gibi, değil gibi. Biraz Türkiye gibi. Köprünün çevresinde ve sokaklarda hep Türkçe duyuyorsunuz. Benim için biraz fazla kalabalık.
Köprünün üzerinden para verirseniz atlayan birkaç adam var. Çok şaşırtıcı. Köprü 30mt civarındayımış, atlamak biraz cesaret ister 🙂 Eski zamanlarda damat adayları kendilerini kanıtlamak için atlarlarmış. Köprüye bakan restoranlardan birinde mantarlı makarna ısmarlayıp karnımı doyurdum. Ancak kısacık zamanda bile miğdem çok ufalmış. Tabağı bitiremedim bile. Sıcaktan bunalmış bir halde motora dondum.
Geriye, Adriyatik kıyısına indim ve sahil hattından devam edip Hvar adasına geçeceğim Drvenik’e geldim. Fotoğraf çekeyim falan derken geminin kalkmasına 5 dk kaldığını farkettim, hiç birşey yapamadan koşa koşa parayı ödeyip feribota bindim. Feribot motor ve yolcu için 6€ civarı. Yarım saat sürüyor.
Feribotta Slovenya’dan gelen bir motorcu ile tanıştım. Yamaha’nın nispeten yaşlı bir modeli ile seyahat ediyordu. İngilizce bilmese de el kol hareketleri ile yarım saat konuştuk. Rotamı öğrendikten sonra uzunca bir süre şaşırdı. Ben yaptıgım şeyin idrakinde degil miyim acaba?
Feribottan inmek icin hazırladık, Adam yanıma gelip Google translate ile çevirdiği yazıyı gösterdi; “yolculuklar iyi.” Gülümseyip, teşekkür ettim ve ayrıldık.
Hvar ince uzun, doğu-batı hattında uzanan bir ada. Genel olarak bir tatil adası. Ortasından geçen 1,5 şeritlik bol virajlı bir yolu var. Adanın kuzeyinde daha büyük tatil köyleri var, ben ortalarında bir kamp yeri buldum http://www.grebisce.hr ve gecelik 8,5€ ödedim.
Kaldığım yerde çamaşır asacak yer yoktu, çantaların üzerindeki gergileri birbirine bağlayıp kendime çamaşır ipi yaptım. Yaparken çok zekice gelmişti ama şimdi düşünüce başka insanların iplerini de kullanabilirmişim diyorum.
Gece biraz çalıştım, ada hakkında bilgi kurcalarken de bulunduğumuz koyun iki yanında da çıplaklar kampı olduğunu öğrendim. Giderken baksam mı diye düşündüm ama sabah unuttum. Bu da böyle bir anımdır.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052096