Biraz uzun, yazabildiğim kadar detaylı bir yazı ile yolculuğumu anlatmaya çalışacağım sizlere. Yol boyunca denk getirdiğim her yerde, günümü kısa notlar halinde yazdım malum, insan hafızası hain, unutuyor çabucak. Dolayısıyla gün gün yaşadıklarımı, gördüklerimi ve hissettiklerimi; toparlayacağım. Burada anlatamadıklarım ise, sunumlarda ve sohbetlerde artık!
Ortalama bir hız ile okunsa 1 saat kadar sürecek olan bu yazıyı okunabilir olması adına sayfalara ayırdım. Yazının alt kısmında yer alan sayfa butonları ile geçiş yapabilirsiniz.
İyi okumalar!
Giriş
Çoğu insan gibi ben de hayatımla alakalı büyük kararları uyumadan hemen önce veriyorum. Sigarayı bırakacağım, gece yemek yemeyeceğim vb… Böyle koca koca kararlar verince, sabah unutuyor insan. Zaten hafıza da aklın hem en büyük mucizesi, hem de en büyük laneti.
Bu yazı da, yazının konusu olan yolculuk da böyle bir geç saatin kararıydı. İki tekerlek üzerinde on binlerce kilometrem vardı; artık farklı bir yerler görmem lazım, kendimi denemem lazım dedim. Bu kararın sonrasında günler genel olarak kendimi, neden bunu yapmamam gerektiği konusunda ikna etmekle geçti.
Edemedim.
Çünkü devam eden hayata bırakabileceğim en değerli şeyin anılarım olduğuna karar vermiştim.
Kuzey kelimesinin kendi içinde bir asaleti var bence. Soğuk, beyaz ve sonsuzluk hissi var. Bize yakın olan kutup burası, dolayısıyla bizim için kuzeyin böyle özel bir anlamı da var. (bu arada, Avusturalyalılar da güney için aynı şeyi hissediyorlarmış, yolda karşılaştığım bir çift söylemişti!) Avrupa kıtasının en kuzey ucuna gitme fikrinin çıkmasındaki en büyük etkenlerden biri de, kuzeyin bu mistik çekiciliği. Bir de bu yolları daha önce yapan gezginlerin yazılarını okuyup, fotoğraflarına bakıp geçirdiğim yıllar canıma tak etti sanırım sonunda. Kendime “ben de bunu yapmalıyım” dedim.
Uzun yolculuklara çıkmadan önceki hazırlık zamanı oldukça heyecanlı oluyor, hatta, en az yolculuk kadar heyecanlı. Hazırlanan yolculuk listeleri, bozulan listeler, tekrar hazırlanan listeler, ya şunu da alsaydık, yok almayalım deyip karalama kağıdına dönen listeler. 2016 yılının ilk üç ayı aşağı yukarı böyle geçti. Rusya ile itiştiğimiz için rotayı birkaç defa güncelledikten sonra pasaport ve evrak işlerine daldım. Evrak işi deyince öyle sonsuz işler de değil hani; pasaport, yeşil kart (Uluslararası Trafik Sigortası), Ehliyet yenileme ve vize. Ancak yoğun iş programı ile birleşince zaman aldılar.
Mayıs ayının büyük bir bölümünü, işlerimi ben burada yokken de devam edebilsinler diye hazırlamaya çalışmak, ekibimi ve projeleri yokluğuma hazırlamakla geçirdim. Haziranın ilk iki haftası da biraz iş, biraz da yol için hazırlık ile geçti. Yola çıkmadan önceki son iki gün ise alınacak ufak tefek eksikleri toparladım.
12 Haziran gecesi geç saatte, yorgun, heyecanlı ve beni bekleyen macerayı bilemez bir halde uyudum.
İstek üzerine sayfaların dökümü;
Fredrikstad, Mandal, Preikestolen
Geirangerfjörd, Trondheim, Mo I Rana
13 Haziran (Kavala)
Sabahın 5:30’unda alarm bile çalmadan kalkıp, dolabın üzerinde hazırladığım kıyafetlerimi giydim. Berrak da benimle beraber kalktı, uykulu bir şekilde, kahvaltı edip etmeyeceğimi sordu. Yok dedim, yolda ederim. Bir elimde kaskım, otoparka indik. Bitirdiğimde acaba kaç gösterecek diyerek kilometre sayacını sıfırladım. Dönene kadar sadece yağmurla yıkanacak olan #stardust’a bir önceki gece yüklediğimiz eşyaları kontrol ettim ve trafiği yavaştan başlamış, ateş gibi sıcak İstanbul’dan yola çıktım.
Ancak Yunanistan’a girmeden önce çözmem gereken bir konu vardı. Motorum şirketimin üzerine. Şirketin de tek sahibi benim. Buralarda konuştuğum herkes kendime vekalet vermem gerektiğini söylemişti. Kafama yatmadığından mıdır, yoksa yol hazırlığının heyecanından mı, ben bu vekaleti vermeyi tamamen unutmuştum. Tekirdağ’da şehre girdim, birkaç noter gezdim ama hiç biri böyle bir vekaleti nasıl vereceğini bilemedi. Sonra birinde noter hanım beni düpedüz azarladı, “kendine vekalet vermek de neymiş” diye. İçim biraz huzursuz, sınıra çantamda sadece imza sirküleri ile sürdüm.
Her zamanki gibi sınırda plakamı yanlış söyleyip 15 dk kadar kaybettikten sonra, sadece imza sirkülerinin yeterli olduğunu öğrendim. Pek oyalanmadan Yunanistan’a girdim. Sınır geçişi her seferinde değişik bir deneyim gibi geliyor, bir köprü üzerinde bir çizgiyi geçip başka bir ülkeye giriyor olmak da ne ki?
O akşam için hedefim Kavala’ydı. Biraz zamanım da olduğu için otobandan çıktım ve dağ yollarına saptım. Önce Alexandroupoli’ye (Dedeağaç) girdim, sahil hattını dolandım. Tam da hatırladığım gibi; kalabalık ve sıcak. Yunanistan’ın Selanik’e kadar uzanan kocaman otobanı ne kadar sıkıcı ise, dağ yolları da o kadar güzel. Deniz seviyesinden biraz yükselince, hava da serinledi. Saatlerce dağ yollarında, köylerden geçip, kapıların önünde oturan teyze ve amcalara el sallayarak sürdüm, sürdüm, sürdüm. Önce Komotini’ye, oradan da Xanthi’ye (İskeçe) geçtim. Kavala’ya da aynı dağ yollarından indim. Ufacık köylerin, iç güveysinden hallice asfaltı ve ara ara yağmaya çalışan yağmur da canımı sıkmaya yetmedi.
Daha önce Kavala’ya geldiğimizde bütün kavalayı gören bir kahve bulmuştuk, yine oraya uğrayıp bir kahve içtim. İnternet bulmanın sevinci ile haddinden fazla oyalandım. 1 saat kadar sonra, yorgun bir halde kamp yerine doğru sürdüm.
http://www.batis-sa.gr/en de kaldım, gece için motoru da kamp alanına sokma bedeli dahil olarak 12,5€ ödedim. Batis, bu tarafa yolu düşenlerin bol ziyaret ettiği bir tatil köyü aslında. Ama bizim bildiğimiz tatil köyleri gibi sadece otel değil, içinde büyük bir kamp ve karavan alanı var. Motoru içeri sokma bedeli opsiyonel idi, ama hem eşyaları taşımak istemedim, hem de gözümün önünde dursun istedim kerata. Kamp alanında çadırlar (ve karavanlar) için ağaçlarla bölünmüş alanlar vardı, kuytu bir tanesini denk getirdim, yerleştim. İnternet var diye Batis’i seçmiştim, ancak çadırdan çekmeyince biraz hüsran oldu. Günün kalanını internet olan tek yerde, resepsiyonun yanında, bilgisayarımın pili yettiğince çalışarak geçirdim. Saat 11’i görmeden ölü gibi uyudum. Sonra yan çadırdaki arkadaşlar, gece 1 gibi başlayan yağmur altında rap yapmaya başladılar. Evet, bayağı, bildiğiniz rap. Kalksam mı, hangi dil bu, belki şimdi biter derken uyumuşum yine.
Tüm gece yağmur yağdı, ama Yunanistan’a ne zaman gelsem yağmur yağar zaten…
Günün GPS izi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14051934
14 — 15 Haziran (Ohrid)
Sabah çadırda biraz sıcaklamış halde uyanmak gibisi yok. Hava öyle temiz ki! Hızla toplandım ve kahvaltı bile etmeden yola çıktım. Biraz batıya sürüp, daha önce Selanik’i gördüğüm için es geçerek Makedonya’ya devam ettim. Ohrid’e doğru çıkan yolda da, yine sadece Yunanistan’da otoban kullandım. Yunanistan otobanlarında bizim bildiğimiz dinlenme tesislerinden pek yok. Bir tane Selanik çıkışında, bir tane de Atina’ya doğru inen yolda var. Temiz olduğunu bildiğim Selanik çıkışındaki dinlenme tesisinde durdum. İtalya’ya giderken de burada durmuştum. Öğle yemeği niyetine yarım dilim pizza, bir bardak kahve aldım. Kontak kapattığımda güneşli olan hava birden bozulmaya başlayınca hızla motora atladım. Kuzeye dönerek sınırdan hiç sorun yaşamadan hızlıca geçtim, Makedonya’da ise yine verdim kendimi dağ yollarına.
Kimsenin olmadığı yollarda sürdükçe kulağımdaki müzik, altımdaki makinanın sesi yok oluyor zamanla. Hayatı, kendini düşünmeye başlıyor insan. Biraz korkutucu başta, doğanın karmakarışık kokuları kaskın içine dolarken, tüm hatalarımı düşünecek vaktim oldu. Tüm yol boyunca kendime sormaya ürktüğüm bir yığın soru sordum, cevaplarını bulmaya çalıştım.
Ohrid’in karşı kıyısındaki Struga’ya vardığımda saat 17 civarıydı. Şehri hızla geçip kamp yerine geldim. Şehirlerden uzak durmaya çalışıyorum, öyle bıktırmış ki trafikten bizi İstanbul… Camping Sunrise’da 2 gece kaldım. Gecelik 4€ verdim. Struga’ya yürüyüp biraz gezsem de, göl kıyısında keyif yapmak ve işleri toparlamak daha iyi bir fikir gibi geldi. Mobil ofis olayının suyunu çıkartıp ayaklarım gölde, bilgisayar ve 0.12€’a aldığım kahve elimde çalıştım. Kamp alanı büyük bir evin göl kıyısındaki bahçesi gibi, ortasında sahile çıkan bir yol ve iki yanında çadırlar icin alan vardı. Sağ tarafta ufak bir mutfak ve kafe alanı, solda ise yine ufak bir banyo/tuvalet vardı. Tuvalet icin cok temiz diyemem, ama Türkiye’deki kamp yerlerinden fersah fersah ötede.
Ekonomik bir ülke Makedonya, insanları mutlu, sohbet etmeye çalışıyorlar sizinle.
Kaldığım yerde geçirdiğim 2. gece, siyasi analizci bisikletli bir çift ve emekli bir karavanlı abi ile sohbete oturduk. Karavanlı, vakti-zamanında Göcek’te bir Charter firması işlettiğini anlatınca amcamı tanıdığı ortaya çıktı. Dördümüz saatlerce dünya, politika, geziler, yollar ve hayat üzerine konuştuk. İsimlerini bile bilmediğim, bir daha muhtemelen hiç karşılaşmayacağım gezginler ile konuştuğumuz konuların üzerine düşünürken, biraz serin uyku tulumum içinde uykuya daldım.
Günün GPS izi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14051994
16 Haziran (Kotor)
Bir gün off verince hemen tembelleşiyor insan. Çok oyalanarak yola çıktım ve hiç şehir içlerine girmeden Kotor’a kadar çıkmayı hedefledim. Arnavutluk hakkında şimdiye kadar olumlu konuşan hiç bir insan evladı duymadığım için orada kalmak istemedim. Ama yine de içinden geçecek ve (günümü) görecektim.
Ohrid’den çıkıp yine dağ yollarından Arnavutluk sınırına vardım. Sınırı geçerken bile garip bir ülkeye girdiğinizi hissediyorsunuz. Sınırda benim denk geldiklerim İngilizce bilmiyordu, İstanbul’u biliyorlar ama: en azından söylediklerinden İstanbul kelimesini çıkartabildim. Avrupa’nın göbeğinde olmasına rağmen, son yüzyılın yarısını Enver Hoca’nın izinde kapalı bir maocu ekosistem ile yaşayan halk, cumhuriyetten sonra da kendini pek toparlayamamış gibi. Tiran ve Elbasan’a girmedim, dolayısıyla büyük şehirleri ile ilgili yorum yapamayacağım; ancak bu iki şehir dışındaki kuzey batı hattında bir allahın kulu ingilizce bilmiyor, el kol hareketi ile anlaşmak bile zor. Bir benzinlikte 2 şişe su için cebimdeki en küçük para olan 1€’yu verdiğimde adam son morgage’ını ödemişimcesine baktı yüzüme. Öyle yoksul ve yoksunlar.
Bir başka şaşırtıcı gözlem ise araba yıkama yerlerinin çokluğu. Lavazh tabelasını 5 haneli köyde 3 defa görmek mümkün. Akıl almaz derecede çok Mercedes var. Hepsi oldukça eski. Bilenler bu araçların ülke dışından çalıntı olarak getirilip mafya tarafından satıldığını, böyle ciddi bir ekonomi olduğunu söyledi.
Ancak bu yoksulluğun ve yokluğun içinde doğayı çok da heder edememişler. İnanılmaz güzel bir havası ve doğası var gerçektende.
Arnavutluk’u bitirdiğimde hem çok yorgun, hem de çok sıcaklamıştım. İyi bir offroad sürücüsü değilim, motor çok ağır ve çok yüklü. Yormuştu beni.
Karadağ sınırına geldigimde, tekrardan medeniyete eriştiğimi hissettim. Güler yüzlü ve az da olsa İngilizce konuşan sınır memuruna pasaportumu ve ruhsatı uzattım. Adam pasaporta baktı, ancak ruhsatı açar açmaz kapatıp “no no” geriye verdi. İstemediğini düşünüp aldım, Adam “money” falan demeye başladı. Hay allahım dedim, rüşvet mi istiyor, ulan hani medeniyetti? Ruhsatı açtım ve içinde yola çıkarken gerekir diye çeşitli yerlere dağıttığım nakit paranın bir kısmının durduğunu gördüm. Gülümseyip çıkarttım parayı icinden, özür dileyerek evrakları geri verdim. Adam biraz söylenerek işlemleri yaptı, sınırdan hızlıca geçtim ve Kotor’a doğru sürdüm.
Kotor’a arka dağ yolundan ineyim, hem de şehir içi trafiğinden kaçarım dedim ama yolda heyelan olduğu için geri dönüp şehir trafiğinde terleye terleye Kotor’a girdim. Saat yine 17:00 civarıydı. Limanın içinde durdum ve karnımı doyurdum. Ardından http://www.campnaluka.com da çadırımı kurdum. Yanıma oturacak bir tabure almadığım için yan çantalardan kendime masa ve sandalye yaptım. Top-case’e oturup yan çantaları yanyana koyunca biraz alçak bir çayhane taburesi-masası havası ile oturabiliyorsunuz.
Gece biraz yağmur yağdı ama hava halen oldukça nazik. Gecelik 8€ verdim. Akşamın ciddi bir kısmını çalışarak geçirip uyudum. Kaldığım yerde çadırlar için ayrılan alan bodur mandalina ağaçları altındaydı, daha önce hiç böyle güzel kokular ile uyuduğumu hatırlamıyorum. Çadırda uyumak halini zaten severdim ama iyice normalleşti sanırım. İnsan herşeye ne çabuk alışıyor…
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052071
17 Haziran (Hvar)
Aynı mandalina kokuları ile uyandım. Artık Adriyatik kıyısındaydım ve daha önce İtalya’ya giderken gemiyle geçtiğim hattı yukarıya doğru sürecektim. Hızlıca hazırlanıp yola çıktım.
Sahil hattında biraz ilerledikten sonra içeriye döndüm ve Bosna-Hersek’e girip Mostar’a sürdüm. Sınırda neredeyse hiç kontrol yoktu, göz ucuyla baktı motora, geç dedi. Ayaklarımı yere koymadım bile.
1,5 saat kadar sonra Mostar’a geldim. Şehrin merkezinde biraz kayboldum köprüyü ararken, savaş zamanından kalma her tarafı mermiler ile delik deşik olmuş evlerin arasından geçtim. Mostar’ın teması da biraz bunların üzerine kurulu gibi. Savaş ve köprü.
Mostar güzel gibi, değil gibi. Biraz Türkiye gibi. Köprünün çevresinde ve sokaklarda hep Türkçe duyuyorsunuz. Benim için biraz fazla kalabalık.
Köprünün üzerinden para verirseniz atlayan birkaç adam var. Çok şaşırtıcı. Köprü 30mt civarındayımış, atlamak biraz cesaret ister 🙂 Eski zamanlarda damat adayları kendilerini kanıtlamak için atlarlarmış. Köprüye bakan restoranlardan birinde mantarlı makarna ısmarlayıp karnımı doyurdum. Ancak kısacık zamanda bile miğdem çok ufalmış. Tabağı bitiremedim bile. Sıcaktan bunalmış bir halde motora dondum.
Geriye, Adriyatik kıyısına indim ve sahil hattından devam edip Hvar adasına geçeceğim Drvenik’e geldim. Fotoğraf çekeyim falan derken geminin kalkmasına 5 dk kaldığını farkettim, hiç birşey yapamadan koşa koşa parayı ödeyip feribota bindim. Feribot motor ve yolcu için 6€ civarı. Yarım saat sürüyor.
Feribotta Slovenya’dan gelen bir motorcu ile tanıştım. Yamaha’nın nispeten yaşlı bir modeli ile seyahat ediyordu. İngilizce bilmese de el kol hareketleri ile yarım saat konuştuk. Rotamı öğrendikten sonra uzunca bir süre şaşırdı. Ben yaptıgım şeyin idrakinde degil miyim acaba?
Feribottan inmek icin hazırladık, Adam yanıma gelip Google translate ile çevirdiği yazıyı gösterdi; “yolculuklar iyi.” Gülümseyip, teşekkür ettim ve ayrıldık.
Hvar ince uzun, doğu-batı hattında uzanan bir ada. Genel olarak bir tatil adası. Ortasından geçen 1,5 şeritlik bol virajlı bir yolu var. Adanın kuzeyinde daha büyük tatil köyleri var, ben ortalarında bir kamp yeri buldum http://www.grebisce.hr ve gecelik 8,5€ ödedim.
Kaldığım yerde çamaşır asacak yer yoktu, çantaların üzerindeki gergileri birbirine bağlayıp kendime çamaşır ipi yaptım. Yaparken çok zekice gelmişti ama şimdi düşünüce başka insanların iplerini de kullanabilirmişim diyorum.
Gece biraz çalıştım, ada hakkında bilgi kurcalarken de bulunduğumuz koyun iki yanında da çıplaklar kampı olduğunu öğrendim. Giderken baksam mı diye düşündüm ama sabah unuttum. Bu da böyle bir anımdır.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052096
18 Haziran (Novigrad)
Sabah biraz üşümüş olarak uyandım. Kahvaltımı ederken nereden gitsem, nerede kalsam diye baktım biraz. Aslında hedefim Trieste’ye gitmek ve bir akrabamda kalmaktı, ancak şehir dışında olduğunu öğrendim. Başka neresi olabilir diye bakarken Witcher 3 oynayanların hatırlayacağı Novigrad şehrini buldum. Hem bir sonraki rota için yeterince kuzeydeydi, hem de güzel bir yere benziyordu. Sabah 10 gibi toplanıp yola çıktım.
Hvar’dan ana karaya dönen feribot 14€ kadar ve 2 saate yakın sürüyor. İnternet vardı, bol bol yol için araştırma yaptım.
Feribottan inip yukarı nasıl sürsem acaba diye düşürken otobana daldım ve Split’den Zadar’a kadar otobandan geldim. Zadar’dan sonra Rijeka’ya kadar inanılmaz virajlı sahil hattını takip ederek tırmandım kuzeye. Dön dön dön içim şişti. Ancak durduğum her yerde Adriyatiğin inanılmaz manzarasında içtiğim bir kahve, neşemi hemen yerine getiriyordu.
Mevzu bahis sahil hattı motorcuların pek sevdiği bir yol. Yüzlerce motorcu gördüm yolda, her ufak kasabada “biker friendly” mekanlar vardı.
Yorgun bir halde Novigrad’a saat 21:30’da girdim. Hava hala apaydınlıktı. Şaşkınlık ve yorgunluk içinde çadırı kurdum. Bir arkadaşımın tavsiyesi ile yanıma aldığım uzatma kablosunu elektrik panosuna takacağım diye yeltendim ama prizler karavan tipiydi. Yakında da karavan olmadığı için o gece elektriksiz kaldım. Bilgisayarın şarjının yettiği kadar çalışıp, yattım. http://www.aminess-campsites.com/en/aminess-sirena-campsite da kaldım ve gecelik 12€ ödedim.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052162
19–21 Haziran (Viyana)
Sabah yine üşüyerek uyandım. Hava tahminimden çok daha serindi. Hızlıca kahvaltı edip toparlandım. Sabah ritüeli haline geldi bu toparlanma işi, otomatik yapmaya başladım. Dediğim gibi, insan çabuk alışıyor.
Sabah erken yola çıkmaya çalıştım ama yine de 9’u buldu çıkmam. Önümde çok uzun bir rota vardı. Planladığım rota 650 km civarındaydı. İtalya üzerinden Slovenya’ya girdim ve Trenta pass’ı geçmek için tırmanmaya başladım. Sağlam bir yağmur başladı ve hava hızla soğudu. Ancak Trenta’nın zirvesine tırmanırken birkaç kilometre önümüzde bir heyelan olduğu için yolu kapattılar ve aynı yolu geri dönmek zorunda kaldım. Bu bana ek 60 km’ye maloldu. Yorgundum ve ciddi biçimde üşümeye başladım. İtalya’ya geri girdim ve Avusturya’ya çıktım. Bütün pass planımı Trenta üzerinden bağlanan yollarla yapmıştım. Yol kenarına çektim ve yağmur altında biraz daha plan yapmaya başladım. Ancak anlamlı bir şekilde istediğim passları yapamayacağıma karar verdim. Yol çok çok uzuyordu, yorgundum.
Pes ettim, otobana girdim ve Viyana’ya kadar çıktım.
Vardığımda saat 22:30’du. Deli gibi yağmur yağıyordu. Sucuk gibi ıslak bir halde http://www.wiencamping.at/camping-wien-neue-donau/ da çadır kurdum. Gecelik 8€ ödedim.
Yağmur bütün gece devam etti. Yapmam gereken işler olduğu için hemen yanımdaki karavandan elektrik istedim, verdiler sağolsunlar. 20dk kadar verdiler ama 🙂 olsun. Yağmurda uzatma kablosu çadıra kadar gelmedi, çadırın kılıfına sarıp karavan ve çadırın ortasında bıraktım. Onlar fişi çekince kabloları da topladım. Herşeyi kurulayabildiğim kadar kuruladım. Yorgun, ıslak ve üşüyerek uyudum.
Kampta internet sadece resepsiyonun yanında çekiyordu. Kaldığım yeri gece yatmadan facebook sayfasında paylaşmıştım. Ancak daha sonra ne mesajlarımı, ne de sayfayı kontrol edemedim. Dev pişmanlık…
Sabah bir arkadaşımın ben offline olduktan 15dk sonra yazdığı “olm sen mal mısın, ben Viyana’da yaşıyorum ya lan” mesajını gördüm. Şehre indim, buluştuk. Kampa döndüm, toplandım ve arkadaşımın evine geçtim.
20 ve 21 haziran geceleri de Viyana’da kaldım. Şehri gezdik, o meşhur Schinizel’in tadına baktım ve Viyana’ya aşık oldum. Gerçekten çok ama çok güzel bir şehir.
Viyana’da kapalı alanlarda halen sigara içilebiliyor, bu de günün enteresan bilgisi olsun.
Ayrıca yayaların trafik ışıkları el ele tutuşan iki kız, iki erkek gibi figürler. Millet nelerle uğraşıyor, biz nelerle demeden edemiyor insan.
Ancak burada geçirdiğim bu birkaç kuru ve keyifli gün, Prag’ı kaçırmama ve önümdeki 5.850 km boyunca hiç off gün vermememe yol açacaktı.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052417
22 Haziran (Münih)
Viyana’da geçirdiğim birkaç sakin gün iyi geldi, dinlenmiş ve biraz tatil gibi tatil yapmış bir halde, 22 haziran sabahı Münih’e doğru yola çıktım. Avusturya’dan çıkar çıkmaz (zaten sınır falan yok, taa Romanya’ya kadar bir daha da sınır görmedim) Almanya’nın hız sınırı olmayan otobanları başladı. Pek birşey araştırmamıştım Almanya otoban sistemi hakkında, ama düşündüğüm gibi, bir gişeden geçiyorsunuz, sonra allah ne verdiyse gidiyorsunuz değilmiş.
Almanya’da otobanlar ücretsiz. Ve belli yerlerinde hız limiti kalkıyor. Motor çok yüklü olmasına rağmen iyi gitti, önermiyor ve tavsiye etmiyorum ama, GS ibresini görüyormuş.
Münih’e oldukça erken vardım. Bir yemekli toplantım vardı, o yüzden şehrin içinde kalmam gerekti. Son gün yapılan bir rezervasyon ile 110€ vererek bir otelde kaldım. (http://www.hotel-mariahilf.de) Verdiğim parayı hak etmiyordu. Tüm gezi boyunca en büyük israf olarak gördüğüm yerdi. Halen pişmanım.
Münih genel olarak pahalı bir şehir, tüm öğleden sonram ve akşamım toplantıda geçtiği için yeterince gezemedim. Maalesef oldukça geç yattım.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052773
23 Haziran (Berlin)
Geç yatmama rağmen erkenden uyanıp, kahvaltı etmeyi unutup BMW Müzesine gittim. Bizim #stardust da evine dönmüş oldu 🙂
Müze BMW ailesine meraklılar için gerçekten de gidip görülmesi gereken bir yer. BMW Münih’in sanayii alanında oldukça büyük bir komplekse sahip. Yolun bir yanında büyükçe bir müze ve ofisler var. Diğer yanında ise BMW Welt (World, Dünya) dedikleri, hem taşıtların sergilendiği hem de satışın yapıldığı büyük bir alan var. Mimarisi çok etkileyici, eğimli ve cam duvarları ile organik bir bina içinde gibi hissediyor insan. Welt’in içinde asfaltlanmış yollar var, buradan bir araç aldığında isterseniz direk olarak sürerek çıkabiliyormuşsunuz. Bir elimde kask, diğerinde mont ile hızlı hızlı gezdim ikisini de. Bolca fotoğraf çektim. Daha fazla terlemeye dayanamayacağıma karar verdiğim noktada çıktım.
İlk başta planım Münih’den Prag’a geçmekti, ancak zamanım daralıyordu, dolayısıyla Prag’ı es geçip direk olarak Berlin’e geçtim.
Uzun bir yol aslında, tümünü otoban üzerinden gittim. Hız limitleri olmayan otoban konsepti burada daha anlaşılır. Yol dümdüz, genis ve asfalt çok iyi. Berlin’e oldukça hızlı geldim. Berlin’in yakınında gözüme güzel görünen bir kamp yeri bulamadığım icin bir hostelde kaldım. Şehre oldukça yakındı, gecelik 20€ ödedim. http://www.check-in-hostel.de de iki kişilik bir odada kaldım, yıllar sonra tanımadığım bir insan ile aynı odada uyumak garip geldi.
Hostele yerleşip dışarıya, kapının önüne park ettiğim #stardust’ın yanına sigara içmeye çıktığımda motoru dikkatle inceleyen kilolu bir adam vardı. Selam verdim. Başını kaldırdı, gözler şaşı. Hangisine bakacağım diye biraz endişe ederek uzunca bir süre konuştuk. Norveçli bir gezginmiş, işsizlik maaşı ile dünyayı geziyormuş. Gece yattığımda halen “işsizlik maaşı ile dünya gezmek” konseptini anlamaya çalışıyordum.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052858
24 Haziran (Hamburg)
Sabah erken kalkma olayı iyice standart oldu. 7 gibi uyandım, hazırlandım ve Berlin duvarını görmek için yola çıktım. Berlin duvarını ve gestaponun bir zamanlar merkezi olan müzeyi gezdim. Kıyafetlerle müze gezmek pek kolay degil, ancak her faninin görmesi gereken yerler, savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğunu daha iyi anlıyor insan. Duvar boyunca yürüdüm, bu kadar yakın tarihte böyle dehşet verici şeylerin yaşanmış olmasını sindirmeye çalıştım. Sindiremedim.
Berlin’de kısa bir şehir turu yaptıktan sonra yine otoban üzerinden Hamburg a geldim. Hamburg şehir merkezinde bir kamp yeri buldum. http://www.camping-buchholz.de Gecelik 15€ ödedim.
Yerleştikten hemen sonra taa Norveç’in ortasına kadar peşimi bırakmayacak olan yağmur başladı. MSR ile iyi bir çadır tercihi yapmışım, çadırın altı göl oldu ama yine de su almadı.
Şansıma o hafta sonu Hamburg’da HOG (Harley Owners) festivali varmış. Yüzlerce Harley vardı her yerde. Yağmur artınca hepsi çadırlarına ve karavanlarına döndü. Kamp yeri de ağzına kadar doldu. Resepsiyonun önündeki brandalar altında geç saatlere kadar azıcık ingilizce, azıcık almanca sohbet ettik. Yollarımızı, hayallerimizi konuştuk. Dünyanın dört bir yanından motorcularla benzer hayalleri paylaşıyor olmak ne kadar güzel!
Güneş’in batma saatleri iyice gecikmeye başladı. Saat 01:30 gibi, halen yarı aydınlık, ama bulutlardan pek de gözükmeyen bir gökyüzü altında uykuya daldım. Çadırın bradasına vuran yağmurdan daha güzel bir ninni var mı acaba?
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052932
25 Haziran (Kopenhag)
Geceden beri durmayan yağmur altında hazırlandım ve halen devam eden HOG’un sürücüleri ile vedalaşarak Hamburg’dan çıktım. Danimarka’ya girdiğimde yağmur o kadar şiddetlenmişti ki, mont ve pantolon su almasa da fermuarlardan boynumdan içime su girmeye başladı. Hava hızla soğudu. 10*C’yi gördüğümde durdum ve içime bir kat daha mont (evet mont) giyip devam ettim. Yol çok uzun olmasa da oldukça yorucuydu.
Kopenhag’a da aynı yağmur altında girdim, ancak bir süre sonra yağmur dindi. Çadırı kuru bir halde kurabildim. Kaldığım yer http://campingcopenhagen.dk eski bir kalenin kalıntılarıydı. Kamp yerinde çamaşır makinası ile kurutma makinası bulunca, çamaşır işini aradan çıkarttım.
Güneş ben uyuduğumda halen parlıyordu. Kamp yerine 12€ verdim. Çadırda ilk defa üşüdüm. Benim yaşlı Ferrino uyku tulumu bu kadar soğuğa yetmiyor.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052936
26 Haziran (Fredrikstad)
Kopenhag dan çıktıktan sonra Malmö’ye gecen köprü aynı zamanda Danimarka İsveç sınırı. Dev gibi, sonsuz bir köprü. Git git bitmiyor. İsmi Öresund Köprüsü. Geçiş için ~20€ ödedim.
Köprü çıkışında pasaport sormadılar ama neden geldin, ne kadar kalacaksın diye sordular. Motordan inmeme gerek kalmadan geçtim. Yağmur ara ara devam etti, ama bir önceki gün gibi değildi. Nispeten sakin Norveç’e girdim ve Oslo’nun biraz güneyinde, Kristansand isimli kasabada kaldım.
Norveç için trafik kuralları çok katı, cezalar çok yüksek diye çok uyarmışlardı. Haklıymışlar. Özellikle şehirlerin girişinde ve çıkışında bol miktarda hız kamerası var. Gerçi önden çekiyorlar, motorda önde plaka yok, nasıl olacak bilemedim ama, yine de tedbiri elden bırakmadan, 50-70 bandında sürdüm.
Vardığımda hava oldukça soğuktu, ara ara yağmur devam ediyordu. Çadır yerine ufak bir motelde (http://www.fredrikstadmotel.no) kaldım. Gecelik 30€ ödedim.
Kaldığım yerdeki resepsiyondaki abla ile geç saatlere kadar Norveç üzerine sohbet ettik. Ülkenin gündeminin bizimkilerden ne kadar farklı olduğunu, ne kadar başka (ve bizler için fasülye) dertler yaşadıklarını gördüm ve dinledim. Kuzeyin başka hayatlar yaşadığını bir kez daha anladım.
Ayrıca havanın ortalama bir Norveç’li için en büyük gündem olduğunu, bizdeki havadan sudan konuşma gibi, Norveçlilerinden de bolca havadan konuştuğunu öğrendim. Haksız da sayılmazlar aslında, öyle tutarsız bir hava var ki, konuşacak baya malzeme çıkartıyor.
Norveç’te hava bilgisi alınabilecek iki servis var https://www.yr.no/en (ir diye okunuyor) ve http://www.storm.no yolda her ikisini de kontrol etmek lazım, pek tutturamıyorlar.
Norveçte kamp yeri bulmak için denk geldiğim en güzel uygulama https://www.norcamp.de detaylı bir arşivi var, kısmen de olsa offline çalışabiliyor.
Güneş batışını ve doğuşunu göremedim. Estonya’ya kadar da bir daha görmeyecektim.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052942
27 Haziran (Mandal)
Sabah erken çıkıp önce Oslo’ya uğradım. Oslo’da motorun 10.000 bakımını yaptırdım. Ancak durduğum yerdeki yazılım kontrol ünitelerinde bir arıza olduğu icin Oslo’nun çıkısında bir yerde daha durup yazılım icin ufak bir servis daha geçirmem gerekti.
İlk servis için durduğum yerde sohbet muhabbet derken geziden bahsettim, yağmurdan bahsettim, onlar da bana baya dandik de olsa bir alt-üst yağmurluk hediye ettiler. Yağmur geçirmese de kıyafetler, ıslandıklarında çok soğuyorlar, yağmurluk canmış.
Servis için 220€ verdim. Türkiye ile neredeyse aynı oldu. Ki zaten olmasaydı da başka çarem yoktu.
Norveç’de şehir merkezlerine girmemeye çalıştım genelde, iyi de bir karar vermişim. Şehir merkezlerinde çok radar var ve hız limitleri çok düşük. Git git bitmeme durumu insanın içini şişiriyor.
Servis işlerini bitirdikten sonra sahil hattından devam edip Norveç’in güney ucuna, Mandal’a geldim.
Aksam bir kabinde kaldım http://www.sandnescamping.com, 40€ ödedim. Gece çok geç saatte varmıştım, daha iyi bir opsiyon için vaktim kalmadı. Yağmur akşam yine sakinledi, kaldığım kabinin balkonunda da muhteşem bir fyord manzarası vardı. Kör topal çalışan internet bağlantısı ile işleri biraz toparladım. Üstümdeki poları çıkartamıyorum artık, hava güneşli de olsa serin.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052952
28 Haziran (Preikestolen)
Sabah yola çıkıp bir ümit Preikestolen’e tırmanabilirim diye Stavanger’in biraz doğusuna gitmeye karar verdim. Akşam bir telekonferas yapmam lazımdı, haliyle de vakitlice yerleşmem, internet, bilgisayar vb. hazırlanmam lazımdı. Erkenden yol çıktım. Ana yollardan ayrılıp, dağ ve köy yollarını kullanarak Norveç’in güneybatı hattını takip ettim.
Yol boyunca pastoral tablolardan sürüyor gibiydim. Renkler parlak, doğa her yerden tüm güzelliği ile fışkırıyor sanki. Hava bir yağıp bir duruyor, biraz yorulmaya başladım, malum günlerdir molasız sürüyorum.
Preikestolen’e gelirken ilk feribotuma da bindim. 5€ civarıydı.
Feribottan indikten sonra Preikestolen’e doğru kıyın kıyın tırmanmaya başladım. Genel olarak yürüyüşlerin başladığı ve yürüyüş rotasına en yakın yerdeki alanda kalmayı hedeflemiştim. Yağmur ve soğuk bir havada alana vardım. Tahminimden çok daha kalabalıktı. Hava da sakinleyecek gibi durmadığı için hostelde kalayım dedim. Sadece 8 kişilik odalarında yer vardı, https://www.preikestolenfjellstue.no da kaldım, gecelik 12€ verdim. Kaldığım yer büyükçe bir evin bir odasıydı. Her bir odayı boyutuna göre 4-6-8 kişilik yatakhanelere dönüştürmüşler. Benim kaldığım odaya mutfaktan giriliyordu, haliyle her girip çıkıldığında yoğun bir yemek kokusu da girenle beraber odaya doluyordu.
Yerleştikten sonra kalacağım binanın önündeki banklara kuruldum, bilgisayarı açtım, internet çekmeyince, bu manzarayı bırakıp resepsiyona gitmek yerine roamingi açıp toplantımı yaptım. Kamerada arkadamda sonsuz gibi görünen bir fyord vadisi ile müşterim de pek dikkatini bana veremedi sanki.
Bilgisayarın pili bitince eşyalarımı toparlayıp Preikestolen’e tırmanmak için hazırlandım. Ancak ben hazırlanana kadar hava kapattı, yağmur ve yoğun bir rüzgar başladı. Yanımdaki ranzada kalan kız da sırıl sıklam geri dönüp yağmurdan tırmanamadığını söyleyince çok istesem de vazgeçtim. İyiki de geçmişim, inat edip tırmananlar gece 2de ölü gibi döndüler.
Ben de bir kahve koyup iyisinden birkaç saat boş boş manzaraya baktım. Saat 23 gibi bir yağıp bir duran yağmurda gökkuşağı da çıktı iyi mi? Gece yarısı gökkuşağı pek sık görünmezmiş, şanslıyım bugün demek ki! Toplantım da iyi geçti zaten.
Kupada buz gibi olmuş kahve de ısıtmaz olunca, odaya gittim. Ranzama tırmandım ve yattım. Uzun yıllardır böyle kalabalıkta uyumamıştım, biraz garip geldi.
Pek rahat bir gece değildi. Horlamalar, yemek kokuları ve alt ranzada yatan arkadaşın whatsapp mesajı sesleri eşliğinde biraz zor uyudum.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14052962
29 Haziran (Geirangerfjörd)
Pek de dinlenemediğim bir gecenin sonunda uzun bir sürüş beni bekliyordu. 1 Temmuz sabahı eşimi Trondheim havalimanında karşılamam gerekiyordu ve önümde 1.000 km’den fazla yol vardı.
Geirangerfjörd’e kadar çıkmaya, ertesi gün de Trondheim’e geçmeye karar verdim. Hazırlanıp yorgun bir halde yola çıktım. Bergen’e girip sahilden devam etmek yerine dağlara doğru sürdüm.
Biraz iç ve yüksek kesimlere geçmeden hemen önce Bergen’in paralelinde kalan Folgefonna parkının karşısında kalan fyordun tam ortasında ufak bir mola yeri buldum kendime. Durduğumda in-cin top oynuyordu. Yola çıktığımdan beri su alabileceğim bir yer bulamadığım, gece de kaldığım yerde gözüme temiz su kestiremeyip yanıma su almadığım için inanılmaz susamış ve üşümüştüm. Her dinlenme alanında ufak tuvalet ve çeşmeler oluyor. Ocağımı hazırladım ve hem içecek su hem de kahve için çeşmeden su almaya gittim. Üstünde dana gibi içilmez işareti vardı.
Önümde binlerce kilometre varken motoru bozasım da yoktu.
Haritayı açıp yolun kalanına baktım, baya bir süre de bir köy bile yok gibi. Aklıma suyu toprakla arıtmak gibi, fii tarihinde discovery’de izlediğim ancak şimdi düşündüğümde inanılmaz saçma olan bir fikir geldi.
Fyordun su kenarına indim ve ayak basılmamış bir yerden biraz toprak aldım. Tabak-tencere kurulamak çin yanımda taşıdığım bezi dörde katlayıp ortasına toprağı koydum. Kokusunu alır diye kömür aradım biraz ama malum medeniyette kimse bizdeki gibi kendini mangala vermiyor, bulamadım. İçilmez yazan çeşmeden suyu doldurup hazırladığım süper dandik filtreden geçirdim suyu. Yavaş yavaş, süzülmesini izledim. Bir yandan ulan ölür müyüm acaba, neyin suyu lan bu diye düşünerek suyu kaynattım. Beş dakika kadar sonra artık varsa mikrop neyin ölmüştür kararına varıp ateşin üzerinden aldım ve bir kısmını termosa doldurup bir kısmını da soğusun diye kenardaki taşlardan birinin üstüne bıraktım. İçi çamurdan hallice olmuş süper dandik filtre bezimi yıkadım. Kahvemi hazırladım, bir güzel içtim. Ölmedim. Motoru da bozmadım. Demek ki başarmışım.
Norveç gibi medeniyetin zirvesinde bir yerde bile hayatı neden topraklı su filtresi seviyesinde yaşadığımı sorgularken arkasında iki bisiklet bağlı bir araba geldi dinlenme yerine. Polonya plakalı arabadan 30’lu yaşlarda bir çift indi. Çiftin erkeği biraz ortalıkta dolandıktan sonra motora bakmak için yanıma geldi. Türkiye’den geldiğimi duyunca çok şaşırdı. Nerelere gittiğimi sordu, biraz sohbet ettik. Eşi pek ingilizce bilmediği için adam ara ara arabanın yanında bekleyen eşine bağırarak bir şeyler söylüyordu, eşi de bana bağırarak “very good” gibi şeyler diyordu. Dönüşte Varşova’ya uğramayı istediğimi söyledim, adam da orada yaşadığı söyledi. Bir meydanı var, git gör mutlaka dedi. Aklıma not etmeye çalıştım, ama unutmuşum. Bir süre konuştuktan sonra beni kahvemle baş başa bıraktı adam. Gittim kenara ayırdığım suya baktım, pek soğumamıştı. Adama sıcak suyumun ve kahvemin olduğunu, bardakları varsa kahve verebileceğimi söyledim. (bknz: temizliğinden emin olmadığın su ile elalemi zehirlenme riskine nasıl atarsın?) Teşekkür ettiler ve istemediklerini söylediler. (uyanıklar) Bir süre sonra adam arabasının arkasından eline bir şey aldı ve arkasında saklayarak yanıma geldi. Aha dedim kendime, gitti böbrekler. Ya rabbim demek ki bahtımızda böbrekleri Norveç’te bir Polonyalı organ mafyasına kaptırmak varmış derken, adam içki içip içmediğimi sordu. Böbreği temiz istiyor herhalde diye düşünüp yolda olduğum için içmediğimi söyledim.
Yola içmediğinizi tahmin ettim, genel olarak içiyor musunuz diye sormuştum.
(Böbrekler ile birlikte uzun dönem alkol kullanım testi amaçlı bu soruya verdiğim cevapla karaciğerin de bir kısmını riske attığını düşünerek) evet, içiyorum.
Polonya’da bizim çok sevdiğimiz bir bira vardır Zywiec diye. Yanıma fazladan bir kutu almıştım. Bu akşam vardığınız yerde yorgunluğunuzu atmak için içersiniz diye düşündüm. Ben de motor kullanıyorum ve geçtiğimiz sene arkadaşlarımla bir Almanya turu yaptık. Gerçekten yaptığınız şeye hayranım, sizi tebrik etmek ve bu birayı size ikram etmek istedim.
Ee uuu teşekkürler.
Hakikaten inanılmaz şaşırdım. Birayı japonların kartvizit verdiği gibi iki eliyle takdim etti adam bana. Öyle şaşırmıştım ki, adamlar gittikten 5 dakika kadar sonra fotoğraf çekmek geldi aklıma, haliyle biraz geç kalmıştım.
İsmini bile bilmediğim bu Polonyalı çift içimi hiç bir kahvenin ısıtamayacağı kadar çok ısıtmıştı. Birayı eşimle içmek için 3 gün çantamda gezdirdim.
Kafamda yaşadıklarımın inanılmaz hisleri ile yola devam ettim. Deniz seviyesinden yukarı tırmanıp dağları geçerken önce yağmur, sonra sulu kar, ardından da hava 0 *C’yi bulunca baya baya kar yağmaya başladı. Sanırım ilk kez, ne yapıyorum ben burada diye kendime o an sordum. Ekipmanım ne kadar iyi olursa olsun hava soğuktu. Hem de çok soğuktu. “Haziranın sonundayız bu ne yahu” diyerek buz tutmuş bir gölün yanında, adam boyu buz kütlelerin yanında bir kahve için durdum. Durur durmaz da vazgeçip geri bindim motora. Dışarıda duran saatim -2 *C’yi gösteriyordu. Elcik ısıtmaları sonuna kadar açıp yoluma devam ettim.
Dağları bitirip Geiranger’e muhteşem virajlardan inerek girdim ve aşırı turistik hale gelmiş olan merkezde kalamayacağıma karar verdim. Fyord’un 2 km kadar ilerisinde Homlong isimli ufak bir kasabada http://www.homlong-camping.com diye bir yer buldum. Motoru içeri soktuğumda pek gözüm tutmamıştı, yine de gecelik 20€ olduğunu bildiğim bu yere bir şans vermek istedim.
Motoru park ettim ve sahibini aramaya başladım. Kabinlerin olduğu sahil kısmına biraz yukarıdan bakan bir tepenin üzerindeki bir karavandan, en az 2 metre boyunda, biraz zihinsel engelli gibi görünen biri çıkıp yanıma geldi. Zerre ingilizcesi yok. Hatta bence pek Norveççesi de yoktu. El hareketleri ve paraları göstererek derdimi anlattım. Adam da yine el hareketleri ile kabinimi gösterdi, duş ve tuvaletleri anlattı.
Gece bir önceki gün aldığım ton balığı ile sandviç yaptım ve Fyord’un su kıyısına gerçekten de 5 adım mesafede olan kabinin balkonunda oturup, gecenin 1’ine kadar manzarayı izledim. Uyuyakaldığımda saat kaçtı bilmiyorum ama uyandığımda saat 3 gibiydi, ve hava pek de karanlık değildi. Çok üşümüş bir halde kabine girdim, uyku tulumum içine girip günün olayları kafamda dönerken uykuya daldım.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053001
30 Haziran (Trondheim)
Sabah korkunç bir gemi düdüğü ile uyandım. Uyanmaktan çok zıpladım hatta. Pencereden dışarıya baktığımda, dev bir cruise gemisi Geiranger’e yanaşıyordu. Kaldığım süper iptidai kabini toparladım, temizledim, eşyalarımı hazırladım. Dün gece yıkadığım çamaşırlarım halen kurumamıştı, nemli halde torbalara koyup çantama attım. Kendime bir kahve yaptım ve yola çıkmadan fyordun üstüne tırmanmaya başlayan güneşi izledim.
Biraz oyalandım haliyle, ikinci kahveyi bitirince yola çıkmam gerektiğine karar verdim. Geiranger’in kuzey yakasına doğru dolandım ve onlarca hairpin ile yaklaşık 800 metre tırmanıp Atlantik yoluna çıktım. Bugünün hedefi onlarca ada üzerinden köprüler ve tünellerle geçen Atlantic yolu ve oradan Trondheim.
İki kısa feribot geçişi sonrasında Molde’ye vardım. Hava biraz açmıştı. Heyecanla uzun yıllar Google’da fotoğraflarına baktığım, “Ne biçim ya, of!” dediğim köprüler silsilesini 15 dakikada geçtim. Bu kadar kısa bitmesine biraz şaşkın, Kristiansund tüneline geldim. Tünele 10€ ödedim ve okyanusun metrelerce altından geçip 2 saat kadar sonra Trondheim e vardım.
Şehri biraz hızlıca dolandım ama yorgunluk ağır bastı. Akşam Trondheim merkezinde, tren istasyonunun dibinde bir otelde kaldım. http://www.p-hotels.no da gecelik 35€ ödedim. Uzun bir zaman sonra oda içinde tuvalet, banyo ve sıcak su bulmak iyi geldi. Bir önceki gün kurumamış kıyafetlerimi bir daha yıkayıp, kaloriferin üzerine serdim. Bir kahve içmek için resepsiyona gittim. Adam bir bardak kıçı kırık kahveye 3€ deyince, kalsın diyip odama döndüm. Odanın içinde kettle yoktu, tüpü çıkartıp su da kaynatamazdım. Tüpü alıp tencereye su doldurdum. Otoparka gidip, motorun yanında ocağı yakıp su kaynattım. Ta Almanya’da aldığım noodle’lardan birini yaptım ve termosa su doldurdum. Şu termosu alarak ne büyük akıllılık etmişim!
Midem de baya küçüldü, bir bardak Noodle’ı bile bitiremeden doydum. Otelin önünde duvara yaslanıp iki bardak kahve yanında 12,5€ ya aldığım sigarayı içtim. Gece 1 e doğru, hava halen aydınlıkken, biraz üşüdüğüm için odaya geçtim.
Ardından rahat bir yatak üzerinde, yarın yapacağımız yolu planlarken uyuyakaldım.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053031
1 Temmuz (Mo I Rana)
Sabah hızla Trondheim havalimanına sürüp eşimi karşıladım. Fazladan getirdiği sırt çantasını sığdırıp, eşyaları nereye koyacağımıza karar vermek bir yarım saatimizi aldı. Yolcu selesinde taşıdığım su geçirmez çantanın içindeki çadırı çıkartıp sol çantanın üzerine bağladık. Su geçirmez çantayı da sağ çantanın üzerinde koyduk. Top case içinde benim eşyalarım duruyordu. İç çantaların su geçirmeyeceğine inancım yüksek olacak ki, eşimin sırt çantasını top case içine koyup benim eşyalarımı da top case üstüne bağladık. Motor deve gibi yüksek, fil gibi ağır oldu.
Haftalardır yorgun olan aklım eşimin gelişi ile tekrar canlandı. Yol boyunca intercom’da eşimin sesini duymak iyi geldi.
Arctic Highway’i takip edip Mo i Rana’ya doğru sürdük. Yolda bir nehir kenarı bulup öğle yemeğimizi yedik. Gün sonunda Mo i Rana’nın biraz güneyindehttp://www.yttervikcamping.no de kaldık ve gecelik 70€ ödedik.
Ranfjorden’in kıyısında bir sonraki gün üstümüze tüm gücü ile yağacak olan fırtınayı izleyerek geceyi bitirdik.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053068
2 Temmuz (Lofoten — Leknes)
Sabah yine erken yola çıkıp Lofoten Adaları’na geçmek icin yola çıktık. Arctic Circle’a girişte yer alan anıta uğradık, fotoğraflar çektik. Zaman baskısı sağolsun, oyalanmadan yola devam ettik. Feribotun kalktığı yer olan Bodo’ya, ara ara yağan yağmur altında geldik. Bir önceki güne göre daha soğuk ve ıslak bir sürüş oldu.
Saat 15’deki feribota saat 13 gibi geldik, bilet kalmamıştı, daha doğrusu biletlerin sadece %40’ını online satıyorlardı ve vardığımızda orada olan feribota binemedik. 3 saate yakın bekledik. Bir sonraki gemi yanaşırken neden gidip şehri gezmediğimize hayıflandık.
Bir sonraki feribota bindik. Feribot bizdeki deniz otobüsleri gibi, belki biraz daha büyük. Dışarıda fırtına koparken denizin üzerinde bir perde gibi duran Lofoten adalarını izleyerek 3 saate yakın gittik. Lofoten adalarına “Büyük Atlantik Duvarı” diyorlar. Adaların üzerindeki yüksek sıra dağlar, kutuptan gelen sert havayı göğüsleyip iç kıyıları daha sakin yapıyor. Feribotta akşam kalacak yer aradık uzun uzun. Kamp yapılacak gibi değildi hava, kabinlerde de boş yer bulamadık. Son şans AirBnb’den bir ev bulduk.
Feribottan indiğimizde saat 22’yi geçiyordu. 1 saate yakın daha sürerek airbnb üzerinden bulduğumuz eve geldik. Kaldığımız ev o kasabanın eski posta idaresiymiş. Yüksek tavanlı, pek de ev gibi olmayan (ayarsız büyük bir hol, ufacık odalar vb) evde kaldık, 85€ ödedik.
Yemek bile yemeden uyumuşuz.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053076
3–4 Temmuz (Tromso)
Lofoten Adaları’ndan çıkıp Tromso’ye sürdük. Lofoten Adaları, birbirine köprüler ve tüneller ile bağlanmış onlarca adadan oluşan bir sıra. Üzerinden geçen yol dağlar yüzünden kıyı hatlarını dolandırıyor. Dolayısıyla haritada kısacık görünen yol çok uzun sürebiliyor.
Özellikle Fyordların çevresini dolanırken biraz içim şişmeye başladı. Yarım saat bir yöne gidip, bir köprü geçip, tam tersi istikamette gidiyoruz bir yarım saat daha. Hepi topu 3 km ilerlemiş oluyoruz sonunda da.
Norveç’de geçirdiğimiz diğer her gün gibi muhteşem manzaralar ve biraz yağmur ile Tromso’ye vardık. Bir gün öncesinden airbnb üzerinde bir yer bulmuştuk, gecelik 70€ ödedik.
Neredeyse her Airbnb macerası gibi ev sahibini biraz bekledikten sonra eve girebildik. Bu sefer bir kapalı otoparkımız da vardı. 2 gece geçireceğimiz için pek mutlu olduk.
Tromso ufak bir şehir. Merkezi bir ada, hatta adanın sadece doğu-güneydoğu sahili. Her Norveç şehri gibi soğuk, temiz ve sakin. İlk gün dışarı bile çıkamadık. Berrak erkenden uyudu, ben de biraz işlerle ilgilendim. Ertesi gün evden olabildiğince erken çıkıp şehri gezdik. Pek gezilecek bir yeri de yok ama, merkezde güzel bir yerde bulup özel bir damıtma yöntemi ile yapılan kahvelerinden içtik. http://www.risoe-mk.no
Yıl dönümümüz için eşime bir sürpriz yapmak istedim, ev sahibine neresi var diye sorunca http://emmasdrommekjokken.no yu önerdi. Balina bifteği ve balık graten’i güzelmiş. Graten’i sevmedim, çok yağlıydı. Ama balina bifteği, yediğim en değişik etlerdendi. Aslında bildiğimiz biftek gibi, ama kendiliğinden tuzlu. Enteresan.
Eve geldiğimizde, banyo duvarında termostat kılıklı bir düğme farkettim. Sadece 30C ye kadar yükselebiliyordu, ne olduğunu kurcalamak için sonuna kadar açtım. Gece olduğunda farkettik ki, banyoda yerden ısıtma sistemi varmış. Yazın bile 10 *C’yi görünce sevinen memlekette, kışın banyoya başka türlü de girilmez sanırım.
Airbnb evlerinde kalmanın bazen güzel yanları da oluyor. Ev sahibi normalde burada oturduğu için evde baya erzak vardı. Arayıp biraz yanımıza alabilir miyiz, diye sorduk. Kabul edince biraz pirinç, baharat, ıvır zıvır aldık yanımıza.
Sürüşe bir gün ara vermek iyi geldi, dinledik. Malum, günlerdir hiç es vermeden sürüyordum.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053086
5 Temmuz (Alta)
Aldığımız erzaklar ile dolu çantalarımızla otoparka indik ve çantaları yerleştirmekle uğraştık biraz. Her durduğumuz yerde gıdım gıdım bir şeyler alıyoruz, bitiremiyoruz ve yanımızda taşımaya devam ediyoruz. Gün geçtikte büyüyor yükümüz sanki.
Alta’ya doğru yola çıktık. Ya kara hattını takip edip 550km sürecektik, ya da bir ara yolu kullanıp feribota binip 400km. Ancak feribotun zamanını yanlış ayarlayınca fazladan 2 saat beklememiz gerekti. Feribotların kalktığı yerlerdeki iskelelerde hiç bir bina, korunaklı bir yer vb. yok. Sadece bir tane tuvalet binası bir tane de iskelenin feribotu karşılayan hidrolik sisteminin durduğu müştemilat var. Hiç nefes almadan yağan yağmurda 2 saat feribot beklemek için tuvalet binasının rüzgarın altında kalan yüzüne oturduk. Termosumuzdaki kahveyi soğutmadan ufak ufak içtik. Feribotun gelmesine yarım saat kala bir bisikletli çift geldi yanımıza. Bizim bir günde geçip bitirdiğimiz Lofoten’i bir haftada sürmüşler. Her gün bu yağmur altında bisiklet çok zor olsa gerek.
Feribottan indikten sonra da çok yağmur yedik. Hiç durmadı yağmur. Azıcık bile durmadı. Yorgun, üşüyerek Alta’ya vardık. Kaldığımız kabin http://www.campalta.no şehir merkezine oldukça yakındı ancak soğuktu ve internet yoktu. gecelik 50€ ödedik. Akşam yemeği için bol soslu bir makarna ve çorba iyi geldi. Üşüyerek ve yağmurun yarın dinmesini dileyerek uyuduk.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053090
6 Temmuz (Nordkapp)
“Merhaba. Adım Özgür. Evet, Türkiye’den geldim. Evet, motorla geldim. Evet, büyük çoğunluğunu tek başıma geldim.”
Sanırım yol boyunca en çok kurduğum cümleler bunlardı.
Alta’dan erken çıkıp, kıvrıla kıvıla giden yollarda biraz üşüyerek ve bolca yağmur yağmamasını dileyerek Nordkapp’da kalacağımız yere geldik. http://www.kirkeporten.no ‘ya eşyaları bırakıp ilk kontak çevirdiğim andan beri beklediğimiz anıta sürdük.
Vardığımızda yağmur, sis yoktu ancak bolca rüzgar vardı. Anıtın girişine 2 kişi için 52€ ödedik. En uca gidip, demir dünyanın önünde fotoğraf çekmemek olmazdı elbet. Biraz zaman geçirdik anıtın yanındaki merkezde. İçinde müze, büyükçe bir alışveriş alanı ve yemek yenecek yerler var. Buraya kadar gelebilmiş olmanın keyfini iyice içimize sindirince kamp alanına geri döndük.
Akşam yemeği için kamp yerinden 20km kadar güneydeki şehir merkezine gittik. Saat henüz 18:00 olmasına rağmen çoğu yer kapalıydı. Girişteki dev alışveriş merkezinden kullan-at bir mangal ve et aldık. Kamp alanına dönüp domatesli pilav ve mangal yaptık. Hava dışarıda oturmamıza müsaade edene kadar otuduk, gece yarısı güneşini izledik. Kamp alanına gecelik 50€ verdik.
Yorgun, üşümüş ancak muzaffer bir şekilde uyku tulumları içinde uyuduk. Yarın dönüş başlıyor.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053199
7 Temmuz (Inari)
Sabah istediğimiz kadar erken kalkamadık ancak hızlıca toparlanıp dönüşe başladık. Güneye doğru indik ve Norveç’ten çıkmadan önce son fyord’a bir kahve yaptık kendimize.
Havanın nezaketi sadece Nordkapp için olacak ki, yağmur altında sürdük Norveç’in son 100km’sini. Finlandiya sınırına geldiğimizde hava açtı, ısındı. Bir sevinç, heyecan, bulduğumuz ilk dinlenme alanında durduk. Yağmurlukları çıkarttık, karnımızı doyurmak için hazırlık yapmaya başladık. Sonra sivrisinekler geldi. Binlerce. Öyle ısrarcılar, öyle umarsızlar ki! Vuruyorsun, halen kan emeceğim diye uğraşıyor. Bize o çorbayı huzur içinde içirmeyeceklerini anlayınca hemen toparlanıp yola devam ettik. Ön cama tutunan bir sinek bizimle bir 20km kadar daha geldi. Öyle ısrarcılar.
İnari gölü yakınlarında http://www.ukolo.fi de kaldık. Gecelik 50€ ödedik. Kaldığımız yer pek temiz değildi. Sivrisinekler burada da yakamızı pek bırakmadı. Off çözüm değil, bir tek yeşil spiraller işe yarıyor, o da biraz yarıyor. Güzel bir göl manzarası vardı kaldığımız yerde. Pek keyfini çıkartamadık.
Batmayan güneşte uyumak için o ana kadar kaldığımı her yerde kalın perdeler vardı. Burada da aynı perdeleri bekledik, ancak sadece pencerelerden birinde vardı. Ufak pencereden sızan güneş altında sivrisinek ısırıklarını kaşımamak için direnerek uyuduk.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053207
8 Temmuz (Kemi)
Sabah yağmur altında uyandık, hızlı bir kahvaltı sonrasında sineklerden kaça kaça hazırladık ve Kemi’ye doğru yola çıktık. Durduğumuz her yerde sivrisinek istilası devam ediyordu. Pek mola veremeden, olabildiğince hızlı hedefimize varmaya çalıştık. http://www.camping-merihelmi.fi de Gecelik 95€ ödedik.
Kaldığımız yer İsveç ile Finlandiya arasındaki Botni körfezine bakıyordu. Sivrisinekler burada da vardı, ancak bu sefer önlemi erken aldık, bolca off sürdük, yeşil spiral sinek kovuculardan 2 tane yaktık.
Botni körfezi üzerine batan güneşi izleyerek uyuduk. Dinlendik. Hava daha sakin artık. Ama güneş halen batmıyor.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053217
9 Temmuz (Laukaa)
Bu sefer yağmursuz bir sabaha uyandık. Biraz şaşkın halde hazırlanıp kabinden çıktık. Gece kaldığımız yer biraz pis gelmiş olacak ki, duş almak bile istemedik. Hedefimiz Helsinki’ye olabildiğince yaklaşmaktı, bu yüzden akşam yemeği alışverişini de yapıp Laukaa’ya kadar sürdük. Pahallı olsa da güzel görünen bir kabinde http://www.varjola.com Gecelik 110€ ye kaldık.
Varıp yerleştikten sonra anladık ki, oldukça lüks bir yere gelmişiz. Sabah kahvaltısı falan bile vardı. Temiz ve güzel odanın keyfini çıkarttık. Göl kıyısına inip yürüyüş yaptık. Gün sonuna doğru başlayan yağmur ile biraz ıslandık ve sıcacık kabine dönüp uzun bir uyku çektik!
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053221
10–12 Temmuz (Helsinki)
Uyku tulumu yerine temiz yatak çarşafları içinde uyanmak iyi geldi. Ağır ağır toparladık, sabah kahvaltısını ettik ve nispeten kısa bir yolculuk ile Helsinki’ye geldik.
3 gün kaldığımız Helsinki’nin tadını pek çıkartamadım. Bayram dönüşü olduğu için işler yığılmaya başladı ve günlerin büyük kısmını AirBnb’den gecelik 70€ ya bulduğumuz evde geçirmek zorunda kaldım. 13 Temmuz öğleni için Helsinki – Tallinn feribotuna yer ayırttım. 12 Temmuz akşam üstü eşimi Türkiye’ye uğurladım.
Bolca çalıştım.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053242
13 Temmuz (Parnu)
Sabah erken kalkıp evi temizledim ve Helsinki limanına gittim. Feribot için biraz beklemek gerekti, birkaç motorcu ile kahve içip sohbet ettik. (Yaşasın termos kardeşliği) Feribot öyle büyüktü ki, içindeki 3 kat taşıma alanına tırlar, kamyonlar sığıyordu. Motoru sabitleyip yolcu alanına çıktım. (8 katlı olan gemide 12 asansör vardı, öyle büyük) karnımı doyurdum ve arka sahanlıkta yaklaşık 3.5 saat süren yolculuk boyunca denizi izledim.
Tallinn’e varır varmaz daha yumuşak bir hava karşıladı beni. Güneye indiğimi daha da iyi hissediyorum artık. Kısa bir şehir turu atıp akşam yemeği için erzak aldım ve Estonya’nın güneyindeki Parno şehrine sürdüm. Ufacik bir kent burası. Bir adamın arka bahçesinde yaptığı kamp alanı olan http://www.karjamaacamping.ee de kaldım ve gecelik 10€ ödedim.
Kamp alanına geçilen kapı ufacıktı. Motorun çantalarını söküp geçtim.
Kamp alanında benden başka bir çift vardı, ancak ingilizce bilmiyorlardı. Pek konuşamadık. Zaten erkenden de yattılar. Bilgisayarı açıp pili bitene kadar çalıştım. Bayram bitti, herkes bilgisayar başında artık. İş ben buradayım demeye başladı iyice.
Günler sonra ilk kez çadırda uyudum. Özlemişim yahu!
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053262
14 Temmuz (Vilnius)
Sabah toplanıp, yine çantaları tak çıkar yaparak ufak kapısından çıktım kamp alanının. Oldukça olaysız, hatta biraz sıkıcı 8 saatlik bir sürüş sonrası Latvi’yı geçtim ve Litvanya’ya girdim. Girer girmez inanılmaz bir yağmur başladı. Bitmeyecek sanırım bu yağmurlar. Hava durumu tüm Avrupa üzerinde dönüp duran büyük bir fırtına gösteriyor ve ben nereye gitsem fırtına o tarafa dönüyor sanki!
Bulduğum kamp yerine ulaştığımda çamur içinde olduğunu görünce orada kalmaktan vazgeçtim. GPS’den başka bir kamp yeri buldum. Şansıma bir hostel çıktı. http://downtownforest.lt da tek kişilik odaya gecelik 17€ verdim. Şehrin içi sayılabilecek kadar yakın ama koca bir kent ormanı kenarında bir hosteldi. Karnımı doyurdum ve bahçede artık kararan gecelerin keyfini yağmur altına yıldızları izleyerek çıkarttım.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053302
15 Temmuz (Varşova)
Sabah son anda Ukrayna’ya girmekten vazgeçip, arka fren balatamı değiştirmem gerektiğine karar verdim. Sınır geçişi ile uğraşmadan direk Polonya’ya gireyim dedim.
Biraz dolanıp sınırı geçtim ve sakinleyen yağmur ile Varşova’ya girdim. Merkezdeki BMW servisinde arka fren balatasını yarım saate değiştirdiler. Sevdiğim bir arkadaşım yaşıyor Varşova’da. Gece onda kaldım.
Akşam üstü yerleşip karnımızı doyurmak için şehir merkezine indik. Varşova’nın meydanlarını, parkları ve muhteşem sokaklarını gezdik. Gecenin sonuna doğru bir barda oturup Vodka içip, 3 gün kalmayı planladığım Polonya’da görebileceğim yerleri konuşurken Andrjzei’nin telefonu çaldı. Kardeşi arıyordu. Haberlerde Türkiye’de darbe olduğunu okumuş ve bana haber vermek istemişti.
İlk başta anlamadım. Türkiye’de saat 9-10 gibiydi. Bu saate darbe mi olur?
İstanbulda olan eşimi aradım. Köprü kapalı, tanklar, F16’lar vb. derken aklım durdu.
Evden 2.700 km uzaktayım, eşim yalnız.
Dönmem lazım dedim. Hızla eve yürüdük. Bütün gece haberleri izledim. Yakında olsam da birşey yapamazdım elbet, ama uzakta olunca durum daha da ağırlaşıyor insanın gözünde.
Saat kaçta uyudum bilmiyorum. Olabildiğince çok dinlenmem lazım, eve dönmem lazım.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053314
16 Temmuz (Kosice)
Sabah eşimle, annemle ve akrabalarla konuştum. Ortalık karışık, bekle dese de hepsi, dönmem lazımdı. Hızlı bir kahvaltı edip yola çıktım.
Ancak Polonya’ya gelip Auschwitz’i görmemek olmazdı.
Uzun ve başka bir yazının konusu Auschwitz. Her ölümlü bir kez görmeli. Zaten insanın canı da ancak bir kez görmeyi kaldırır. Hele bir de aklım Türkiye’de, sevdiklerimdeyken, Auschwitz, çok ama çok sert bir deneyim oldu. Yağmur altında 4 saatlik turu bitirdiğimde ruhum tükenmişti.
Yine de yola devam ettim ve Slovakya’ya girdim. Saat 23:00 gibi Kösice’ye vardım. O saate ancak bir kamyoncu oteli bulabildim https://goo.gl/maps/Qji3zHuFpg62 de, gecelik 22€ya kaldım. Elimde telefon, haberleri okuyarak uyuya kaldım. Bütün gece kabuslar, kabuslar, kabuslar. Auschwitz iyi gelmedi bana.
Eve dönmem lazım.
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053333
17 Temmuz (Sibiu)
Sabah biraz daha sakinleyen Türkiye gündemi ile biraz ümitlenip erkenden yola çıktım. Ukraynayı yine es geçip, Macaristan üzerinden Romanya’ya geçen bir rota çizdim. Süper dandik bir kahvaltı ettikten sonra yola koyuldum.
Macaristan’da otobanları kullanmak için bir vignette almak gerekiyor. Bazı benzinciler satıyor. Kredi kartı slipi gibi bir kağıt, 5€ kadar ücreti. Otobanlardan devam ederek Romanya sınırına geldim. Ve sınırda herşey değişti.
1 saate yakın bekleyip geçebildim sınırdan. Nerede kalacaksın, ne yapıyorsun, nereden geliyorsun, evrak kontrolü, evrak kontrolü ve tekrar evrak kontrolü. Sanırım rüşvet istediler, ama ben anlamadım. Zaten sınır kapısının yanında dev gibi bir pankartta “gümrükte rüşveti durdurmak için polisi arayın” yazıyordu. Gümrük memurlarının yanında da polisler gezip duruyor.
Sınırdan geçerken en son Türkiye’de olan biteni sordular, bilmiyorum dedim. 15 Temmuz gecesinden beri her gören Türkiye’yi soruyor ve ben bilmiyorum.
Eve dönmem lazım.
Diye düşünerek sınırdan geçtim ve Oradea şehrine girerken önüme bir polis atladı. Bayaa, bildiğiniz arabasından çıkıp yola atladı. Radar.
Bizdeki gibi değil Romanya’da radarlar. Yol kenarında duruyorlar, radarın olduğu arabada bekliyorlar. Birisini enseleyince arabadan çıkıp durdurmaya çalışıyorlar. Pek verimsiz.
Neyse, 50 ile gidilecek yerde 62 yapıyormuşum. Sular seller gibi ingilizce konuşan memur 250 lei ceza yazdı. 48 saat içinde ödersem 125 lei oluyor. Yaklaşık 20€. Şimdi vereyim dedim, ters ters baktı, CEC bank’lara ödemem gerektiğini söyledi.
Pazar günü, nereden bulacağım açık CEC bank! Ülkeden çıkmadan da ödemem lazımmış. Ya sabır çekerek yola devam ettim. Akşam düşüneceğim artık CEC MEC. GPS’i şehir merkezlerinden geçmeyecek şekilde ayarladım. Ayarlamaz olaydım.
Romanya’nın köy yolları tam bir felaket. Asfalt yok gibi, her yerde yol çalışması, sadece yolu kazmışlar daha doğrusu. İki şeritli yollarda genelde tek şeritten veriyorlar trafiği. Ve malesef Romanyalılar çok kötü araba kullanıyor.
Taş toprak çamur derken saat 22:00 gibi bulduğum otele geldim. https://goo.gl/maps/yxNXnNtdWKL2 ye vardım varmasına ama, kapı duvar! Bir cep numarası var otelin önünde. Aradım. No English dedi kapattı adam. Kaldım öyle dışarıda. Ve, tahmin edin, tabii ki yağmur başladı! Tam sefalet. Ne yapsam diye düşünürken otelde kalan bir aile geldi kapıya doğru. Atladım hemen, ama bunlar da ingilizce bilmiyor. 8-9 yaşlarındaki oğulları okulda ingilizce görüyormuş. Öne utanmasını geçip, onun üzerinde derdimi anlatabildiğim kadar anlattım. Adam aradı aynı numarayı, konuştu. 15 dk sonra geliyor dedi. 45 dk sonra geldi otelin elemanı. 1 saat kadar check-in olabilmek için uğraştıktan sonra 15€ ile bir gece kaldım. Sadece nakit kabul ediyorlar, cebimde de 40€ kadar var. Para üstü de sabah yediğim cezanın biraz üstüne denk geliyor. Lei olarak aldım para üstünü. Odaya gidip GPS’i açtım.
Yarın akşam İstanbulda olsam diye bir fikir ile bir rota çıkarttım. Transfagaraşan’ı da geçen bir rota çizdim. Uykuya dalarken GPS kalan kilometre olarak 1.010 gösteriyordu…
Günün GPS İzi:http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053347
18 Temmuz (İstanbul)
Sabah 6’da kalktım. Erzaklarımdan kalan son ekmeği ve peyniri de yedim. Yağmur altından Sibiu’dan çıktım. Transfagaraşan yoluna tırmanmaya başladım. Motorcuların haccı dedikleri kadar var. Sis ve yağmur altında Fagaraşan’ın tepesine vardığımda saat 8:30 du. Hep istediğim sticker’ı satan her yer kapalıydı dolayısıyla. Hava 6*C, yağmur deli gibi yağıyor. En tepedeki tüneli de geçip güney yüzüne inmeye başladım. Fagaraşan’ı bitirdiğimde saat 10’u geçiyordu. Bir yerde durdum. Kahve içip ısınmaya çalıştım. Hava 15*C oldu. Sonra 20*C. Sonunda biraz sıcak. Biraz yağmursuz sürüş.
Fagaraşan’ın güney inişideki Curtea de Argeş kasabası (köyü) içinde bir CEC bank var. Ceza işini halletmem lazım. Bankayı buldum, motoru park ettim ve üzerimdem halen sular damlarken içeri girip 2 bankodan birinin önüne geçtim.
Sıramatik falan hakgetire. 70’lerin devlet dairesi gibi bir banka. Önümde 5-6 kişi var, para çekiyorlar, yatırıyorlar. Ben de ceza kağıdını çıkarttım. 125 lei hazırladım. Sıra bana gelmeden 2 kişi kadar önce bankodaki kadın birşeyler söyledi, tabii ki ingilizce bilmiyor. Ben de ceza kağıdını gösterdim. Parayı gösterdim. No dedi kadın kısaca. Ya da ben bir tek onu anladım.
Nereye falan diye soruyorum, kadın da cevap veriyor ama, anlamıyorum. Önümde bekleyen adam işini halledince koluma dokundu. Eliyle beni takip et işareti yaptı.
Böbrekler Norveçte gitmedi, burada kesin gidecek.
Adamı takip etmeye başladım. Bankadan çıktık. Ara yollardan 10 dk kadar yürüdük ve belediye binası-polis karakolu gibi bir yere geldik. İçeriye girdik. Bizdeki devlet dairelerindeki danışma gibi bir masadaki adam yine birşeyler sordu. Ben yine anlamadım. Tek yapabildiğim ceza kağıdını ve parayı göstermek. Ödemek istediğimi anlarlar diye düşünüyorum. Adam soru sormaya devam etti ama birkaç dakika sonra anlamadığıma kanaat getirince eliyle direksiyon tutup kornaya basar gibi yapıp düt düt diye ses çıkarttı. Bayaa aynen böyle. düt düt. Ben de gidon tutar gibi yapıp (üzerimde motor kıyafetleri var bu arada) vrın vrın dedim adama. Uzun bir “Aaaa” dedi ve yanımdaki adama birşeyler söyledi. Beraber 2 alt kata indik.
Böbrekler kesin gidiyor.
Alt katta ufak bir odaya soktu adam beni. Sırtıma vurdu ve el sallayıp gitti. Odada 10 kişi kadar var. Hepsinin elinde ehliyet var. Dedim tamam, en azından trafik ile ilgili bir yerdeyim. Beklemeye başladım. Sıranın kendisine gelmesine 1 kişi kalmış bir adam bana seslendi. Birşeyler sordu. Arkadaşım anlamıyorum ben romence niye kasıyorsunuz? Neyse yine birkaç dakika sonra pes edip kendini gösterek Romani dedi, beni gösterdi ve ellerini yana açtı. Turkish dedim. Hepsinin suratı çarpıldı. Hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Erdoğan falan diyorlar, onu anlıyorum bir tek. Bir tanesi eliyle uçak yapıp vıjjj diye sesler çıkartıyor. Taş devri gibi. Yarabbim, ben neredeyim, nelerle uğraşıyorum!
Adam kolumdan tuttu ve sırada önüne koydu beni. Bankodaki kadına evraklarımı verdim, parayı verdim ve beklemeye başladım. 3 dk, 5 dk, 10 dk. Kadın ara ara birşeyler soruyor, suratıma bakıyor ve Türki diyor. Yes diyorum, işine devam ediyor. Bitecek elbet bu çile. Montumdan sular damlıyor, terlemeye başladım ama kadın bıkmıyor, usanmıyor, birşeyler yapıp duruyor. Sonunda durup durup birşeyler birşeyler numero dedi. Pasaport olabilir ama bu kadına da pasaportu verirsem ben nah girerim Türkiye’ye. Kimliğimi verdim. Kadın kimliğime de bir 10 dakika kadar baktıktan ve anlamadığım bir araba laf ettikten sonra Bornova dedi.
Bornova.
Anlamadım ilk başta. Tekrarlayınca yes yes Bornova dedim. Kimlikte doğum yerim Bornova yazıyor. Kadın birkaç kez daha bornova dedikten sonra birşeyler daha yazdı, bir ödendi belgesi verdi. Teşekkür ettim ve koşar adım motora döndüm. Eve döndüğümde evraklara baktım, meğer kadın adresimi soruyormuş. Bornova’nın bir yer olduğunu nasıl anladıysa artık…
Motora atladım ve yine oldukça kötü durumda yollardan geçip Bulgaristan sınırına geldim. Rusçuk’a girişteki köprüden geçip sınırı geçtim. Bulgaristanı da hızlı, belki de gereğinden hızlı geçip Saat 6:30 gibi Türkiye sınırına geldim.
Sınır cehennem gibi kalabalık! Sıraya geçtim. Gümrük memurlarının kabalığı mı dersiniz, uzun beklemeler mi dersiniz. Memlekete döndüğünü daha iyi anlıyor insan. İlk defa sınırda çantalarımı aradılar. 2 saat sürdü sınırı geçmem.
Güneş batarken Edirne’den yola çıktım tekrardan ve 23:30 civarı trafik, yurdum şöförleri ve bolca polis kontrolü ile istanbula, evime vardım.
Günün GPS İzi: http://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=14053358
6 hafta, 14.000 kilometre sonrasında yola çıktığım yere, otoparka park ettim motoru. 1.000+ KM yaparak kendimce iron butt olmuştum.
Eşim ve kuzenim eşyaları eve taşımama yardım etti. Onca yol, onca anı ile motor pantolonunu bile çıkartmadan balkona oturdum. Yola çıkmadan önceki gece yaptığım gibi yıldızlara baktım. Ve kendime başardım dedim.
En büyük hayallerimden birini başardım ve onbinlerce kilometreye izimi bıraktım.
Gittim ve kuzeyi, Nordkapp’ı fethettim.
6 Eylül 2016, İstanbul.

